Uyuyamıyorum

Uyuyamıyorum


 Evrim Onur ARI

Saat sabahın dördü, günlerden 15 Ekim...
21. Yüzyılın 19. yılındayız...
Uyuyamıyorum ve daha kötüsü nedenini de bilmiyorum. İçimde kocaman bir yumru, kıvranıp duruyorum. Kafamda bir dolu soru var; yakamı bırakmıyorlar...
Uyuyamıyorum...
Önce kendimden biraz bahsedeyim…
Adım Evrim Onur Arı, 39 yaşında bir mühendisim. 2 kızım var, Melis ve Eda... Eşim Aylin ve kızlarımla kendi içinde genelde mutlu, tatlı telaşeli bir hayatımız var, yaşayıp gidiyoruz...
Yaklaşık iki buçuk yıldır Hollanda’da yaşıyoruz; hani şu ‘Türkiye’den Beyin Göçü’ akımı oldu ya bir ara... Evet, sanki onlardan bazılarıyız...
Tam da şu anda, Sonbahar Tatili için geldiğimiz Türkiye’de, Ankara’daki evimizdeyiz...
Öncesi...
Anlatayım…
25 Ekim 1980 Cumartesi günü Ankara’da, Sıhhiye’deki Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nde doğmuşum. Savrulup giden 70’lerde öğretmenlik yapan anne ve babamın Çankırı Ovacık’ta tanışıp evlenmesinden 22 ay; abim Umut’un doğumundan -annemin deyimiyle- “13 ay 10 gün” sonra...
Babam ‘hızlı solcu’ymuş. Çok sürülmüş, dövülmüş, kovulmuş... Biz de ailecek maceradan maceraya sürüklenmişiz sanki ‘çok küçüklüğüm’de, ‘hatırlayamadığım yıllar’da yani...
Aklımdaki ilk anı -ki siyah beyaz- Nevşehir’in Karasenir kasabasında bir binanın kolonunu oluşturan briketlerden birisinin içindeki boşluğun yankısında ‘Andımız’ı ezberden okumam... Herhalde 3 ya da 4 yaşındayımdır...
Uyuyamıyorum...
Kendimi Malatya’da buluyorum 5-6 yaşlarında, ondan sonrası film şeridi; anılar canlı ve sağlam.
Uzun lafın kısası, maceralı bir çocukluktan sonra 1990’ın Ekim ayında yeniden Ankara’ya taşınıyoruz ailecek. Ankara’dan hatırladığım ilk şey Ülkü Sokak, Ozan Apartmanı’ndaki evimizin balkonundan -daha sonra mezun olacağım okul olacak- Faik Erbağı İlkokulu’ndan gelen hoparlör sesi. Sanki 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı töreni yapılıyor ve hafiften kar yağıyor... Hava soğuk mu? Olmalı, hatırlamıyorum... Zaten, uyuyamıyorum...
Yıllar geçiyor, genelde okul-ödev-oyun-sınav-tatil döngüsü... 6 yaşında ilkokula başladığımdan beri hep ‘o, okulunun en başarılı öğrencisi’ olmuşum. Okumayı zaten okula gitmeden sökmüşüm. Çok da dert etmezdim açıkçası dersleri filan. Annem ve babam zaten öğretmen, bir nev’i genetik deformasyonla doğmuşum, sanki öğrenmeye bayılıyorum... Hala da öyle...
Neyse 1998’de ÖSS-ÖYS’li yılların sonuncusunda üniversite sınavına girdim. Çok istediğim ODTÜ, Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü’nü kazandım. İki sınavda da 'ilk 100'e girerek... Öğrenmeyi seviyorum, ama hayvan gibi de çalışıyorum. 2 saatte ÖSS; 2.5 saatte ÖYS bitiriyorum; artık robota bağlamışım...
Uyuyamıyorum...
Lise yıllarımda çok roman okudum, babam sağ olsun (91 model Tempra’nın arkasına yazmalık yazı), evimizde bir memur ailesi için büyükçe sayılabilecek bir kütüphanemiz ve içinde şahane kitaplar vardı... Hep elimizin ucunda, gözümüzün önündeydi...
Öncelikle Tolstoy, Dostoyevski... 'Diriliş' beni beynimden vurdu 16 yaşındayken (sanırım 96 yazıydı, 3 günde filan okudum kitabı); 'Suç ve Ceza' hayatı sorgulattı o yaşta; “vay be!” dedim, hayatın bir anlamı olmalı mı?
Var mı?
Sorgulamaya başladım kendimce, okudum, okudum... Adalet, eşitlik, farklı davranış örgüleri, sosyal sınıflar, suç, sahiplik, mülk... Ergen kafamda döndü durdu. Bir yandan da sonunda 'ateizm'e evrilecek iç inancım büyüdü paralelde... Alan Lightman’in 'Yıldızların Zamanı' deldi geçti bilincimi... Çok soru sordum kendi içime, okuyup düşünerek cevap aradım... Uyuyamıyorum...
Annem babam hep “Aman evladım, siyasi eylemlerden uzak durun! Biz ettik, siz etmeyin; şu ülkede anca kendinizi harcatırsınız” minvalinde mesajlar verdiler abimle bana. Özellikle üniversite yıllarında… Biz de “uslu çocuklar” olduk. Başarıyla bitirdik okullarımızı, işimize bakar olduk... 2000 senesinin yazıydı, her ODTÜ-EE’linin gönlünde yatan aslan olan Aselsan’da ilk stajımı yaptım... Atıl & Dilara kulakları çınlasın, ilk mühendislik deneyimlerimi tattırdılar bana... Hep akademide kalmak isteyen ve çok da başarılı bir öğrenci olan ben, uyuyamıyorum...
Neyse, şimdi yeri değil, mühendisliğin büyüsüne kapıldım ve 2000 yılının 1 Kasım’ında o zamanlar ‘Geçici Teknik Eleman (GTE)’; kulakları çınlasın; Aydın Abi’nin deyimiyle ‘Geçici Öğrenci Tekniker (kısaltmasını sabırlı okuyuculara bırakıyorum)’ olarak çalışmaya başladım. Daha 3. Sınıfın başındaydım... Çoook şey öğrendim. Toplam 17 sene! Evet, kocaaaaaa 17 sene çalıştım Aselsan’da; 3 kez istifa edip 2 kez geri döndüm. Arada yüksek lisans, doktora yaptım; evlendim; baba oldum; 1 sene askere gittim; 1 sene ara verip İsviçre’de yaşadım... Ama evet, 17 sene emek verdim bir şekilde.
Hep şanslı hissettim kendimi. Genelde ODTÜ-EE ortamı gibi bir ortamda, “akıllı arkadaşlar”la bir arada, bir fanusun içinde açan çiçek misali, izole bir gündelik hayatımız varmış gibi... Bazen kızdığım, üzüldüğüm de oldu tabii, ama çok şey öğrendim ve işimi çok sevdim... Saat 5’i de geçti... Uyuyamıyorum...
Aselsan’a ilk başladığım zamanlar Seyit Bey daha yeni Elektronik Donanım (KKH) Müdürü olmuştu. Sanırım 30’lu yaşlarının başındaydı... Tane tane, spiker gibi konuşması, çok okuduğu her cümlesinden belli sohbeti hep hoşuma gitti; hala da gider, özlerim arada... Bülent Abi’nin yanına vermişlerdi beni ilk stajımın ilk günü. O da 'Baş Mühendis'ti. 7-8 yıllık mühendisti sanırım o yıllarda, 9600 telsizlerinin Besleme Devreleri’yle ilgili çalışıyordu yanlış anımsamıyorsam; çok zeki olduğu gözlerinden belliydi... Hayatımda tanıdığım en 'beyefendi' insanlardan; hani eskiler 'Taş mektep görmüş' der ya... Öyle bir hali vardı hep, kulakları çınlasın. İkisinin de kariyeri -bence haklı olarak- parlak oldu şirket içinde. En nihayet 'Grup Başkanı' (Şirketin tepeden 3 numaralı makamı) mertebesine kadar ilerlediler... Ellerine, emeklerine sağlık...
Uyuyamıyorum...
Dedim ya, hep sevdim okumayı ve okuyarak öğrenmeyi... Bir noktada kendimi Atatürk ve Cumhuriyet’in ilk yılları ve sonra İsmet İnönü’nün 'Milli Şef'li yıllarını kurcalarken buldum. Bir tarihçi kadar derin değil belki, ama kendimce öğrendim. Bu iki insan ve çevresindeki 'kurucu babalarımız'ın bizler için yaptıklarına hep minnettar oldum. 'Nutuk'u okudum, hala da söylerim “Bu ülkede Nutuk okumamış çocukları liseden mezun etmemek lazım” diye. Ama sanki ben de liseyi bitirdikten az sonra okudum...
Uyuyamıyorum...
Ülkemizin tarihi ilginç... Kadim Mezopotamya’dan bir parça ve biraz o kadar mucizevi İyonya’dan bir parça daha... Nazım’ın dediği gibi 'Anadolu’ya bir kısrak başı gibi uzanan' vatanımız... Bu arada Türkçe’yi en mükemmel kullanan insanın bir Alman Paşasının torunu olmasını da dikkate değer buldum... 'Memleketimden İnsan Manzaraları'nı geçen yıl okudum... Müthiş... Müthiş ötesi...
Uyuyamıyorum...
Sabahattin Ali’yi daha sadece 3 roman yazmışken katletmişiz, Nazım’ı yıllar yılı hapislere tıkmışız. Gençlerimizi askeri darbelerle sindirip, öldürmüşüz, çok da başarılı sayılmayız 20. yy boyunca... Ben -1 aylıkken vuk’u bulan 1980 darbesi sonrası, “Bir sağdan, bir soldan asın” diyen Kenan Evren’in yaptıklarını evin kavga eden iki çocuğunu, kavga etmesinler diye öldüren ebeveynlerle metafor ettim bir noktada... Şiddete çok kızdım bir yaştan sonra, “Vatan savunması için zaruret olmadıkça, savaş bir cinayettir” diyen 'Paşa'yı çok sevdim gıyabında. Bir insan nasıl düşman askerleri için “Bu topraklarda can veren askerlerin anaları, artık ağlamayınız. Onlar, bizim topraklarımızda can vererek artık bizim evlatlarımız olmuşlardır” diyecek kadar yücelebilir? Hafsalam hala almıyor...
Uyuyamıyorum...
William Golding’in 'Sineklerin Tanrısı'nı Özgür (Sarı) önermişti bana... İnsanın şiddet eğilimi üzerine harika bir kurgu... Tam da şu anda birileri ölüyor muhtemelen... Markette alışveriş yapmaya parası kalmamış yurdum insanının vergileriyle alınan bir G3 mermisi doğanın mucizesi karaciğerini parçalıyor olabilir bir Kürt gencinin... Ya da bir Mehmetçik toprağa düşüyor; Dünya’nın kanını, ne uğruna bile olduğu belli olmayan, vahşice bir azgınlıkla emmeye çalışan emperyal bir devlete sahip o güzel ülkenin, belki de hümanist bir öğretmeninin verdiği vergilerle alınmış bir 120 mm’lik havan topu mermisi çok yakınına düşmüş olabilir... Havanın sesini bile duyamadan oracıkta can verdi 20’li yaşlarının başında belki... Umarım çok acı çekmemişlerdir ikisi de... Uyuyamıyorum...
Artık Türk Bayrağı’nı görünce sadece içim buruluyor... Eskiden olsa (Ne kadar eski? Hatırlamıyorum) tüylerim diken diken olurdu... O kadar çok siyaset boca ettiler ki üzerine, o kadar çok taraf yaptılar ki...
Uyuyamıyorum...
Saat 05.52, Sabah ezanı okunmaya başladı. Dışarıdaki onlarca sokak köpeği, hep birden havlamaya başladılar... Ne yazık ki 21. yüzyılda hala sokak köpekleriyle uğraşan 6 milyonluk bir başkentimiz var... Bir seferinde sabah idmanında öldüreceklerdi beni neredeyse, ODTÜ’de... 400 m PB yapıp canımı kurtarmışlığım var... Bir yaştan sonra hep çok spor yaptım. 4 kere İstanbul, 1 kez Çanakkale Boğazı’nı yüzerek geçtim... İstanbul’da 2 defa 42 km koştum, sonra Roma’da, Hamburg’da, Barselona’da... Spor konuşmaya başlayınca susmam, ama sanki genelde susmuyorum... En azından eşim öyle diyor bazen...
Uyuyamıyorum...
Evrimsel psikoloji ve sosyal antropolojiye sardım bir ara... Jared Diamond’ın bütün kitaplarını okudum... Daron Hoca’nın “Ulusların Düşüşü”nü bitirmek üzereyim şu sıralar... Kendisinin Türk olmasıyla tatlı bir gurur içindeyim kitabın sonuna doğru. Jared Diamond’ın yaptıkları ve yorumları büyüledi beni... Daron Acemoğlu’nun ona kafa tutması... Mest etti... Daron Hoca’nın eşi Asuman, MIT-EECS bölüm başkanı kadın an itibariyle... Yazarken bile gururlandım, gözlerim doldu... Stajını Seyit Bey ve Bülent Abi’nin yanında yapmış... Uyuyamıyorum...
'Ulusların Düşüşü'nde anlatılan tarihsel olaylar ve bu olayların akışı, Türkiye’nin son yıllarında yaşadıklarıyla ne kadar da örtüşüyor diye düşünüyorum... Sömürücü kurumlar... Sürekli el değiştiriyorlar, sonra siyasi iktidarlar kendi elitlerini yaratıyor, bu elitlerin beslediği sömürücü ekonomi ve sonra kısır döngü... Ülke kilitlenip, birileri bir noktada pes edene kadar... Sanki bunun bir yerlerinde ülkemiz... Bir çift el boğazımızı sıkıyor...
Uyuyamıyorum...
İsmet İnönü’nün Lozan’da yaptıkları geliyor aklıma... “Paşam etme tutma!” yakarışları arasında demokrasiye yol vermesi 25 sene kadar sonra... Sürekli satranç oynamasına hayranım... IM seviyesinde adam, her akşam etüd yaparmış Pembe Köşk’te... Neyse Hollanda’da sevgili dostum Celal var, satrancımız eksik olmuyor Allahtan... Öyle yanına eşini alıp çocukların üzerine “alın len!” misali satranç takımı atmaya benzemez satranç... Bana öğrettiği en önemli şey şudur diye düşünürüm hep: “Herkes hata yapar!”
Uyuyamıyorum...
Atatürk geliyor aklıma, saatlerce meclis kürsüsünden Nutuk’u okuması... Hayatı boyunca yüzlerce kitabı altını çizerek okumuş adam... Dolu dolu, sindirmiş... Büyük adammış kesin, ve evet bizler çok şanslıymışız... Uyuyamıyorum...
Ülkemiz ne halde? Kimlerin elinde? Ve bu neden benim umurumda? Eşim uyarıyor gün boyu, “Aman canım, Twitterda Metin Feyzioğlu’na cevap yazmışsın; buradayken yapma en azından eve dönemeyiz sonra, sınırda alırlar gözaltına!” Hakaret etmiyorum, adama soru soruyorum iki tweetimde de... Cevap da vermiyor o ayrı... Ha vermesini de beklemiyorum…
Uyuyamıyorum...
Cezaevlerinde onlarca gazeteci, avukat... Yüzlerce akademisyen işinden edilmiş; bırakın öğretmeyi, yaşamaları engellenmeye çalışılıyor... Seyit Bey ve Bülent Abi bir günde işten atılmışlar! Belli ki birileri bir yerlere daha çöreklenme derdinde, çok geç olup iktidar ellerinden kayamadan... Aydın Abi zaten çoktan istifa etmiş, adam ne yapsın? Fatih Koleji mezunu... Ha Samanyolu mezunu bakanlar var o ayrı, ama onlar belli ki birilerinin damadı, saylanmaz...
Uyuyamıyorum...
Neyse, sanki neden uyuyamadığımı buldum... Hani İsmet Paşa demiş ya; “Bir memlekette namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça; o memlekette kurtuluş yoktur” diye... Atatürk de o çok da ortaya dökülmesi istenmeyen konuşmasında özetle; “Türk genci, sonuçlarından korktuğu halde vatanı uğruna doğruları söylemelidir... İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği budur!” diye...
Uyuyamıyorum...

Yorumlar

  1. Bir solukta okudum. Senin yaslarindaki insanlar icin cok sey ifade eden seyler soylemissin! -Sahin.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar